Efil efil esiyor
rüzgâr, haymanın dalları denizin dalgası düet yapıyor sanki. Önümüzde taptaze Akdeniz’e
has salatalarımızın eşliğinde balıklarımız… Serin mavi deniz… Kale Köyünde öğle
yemeğindeyiz, dört fotoğrafçı arkadaş. Belki de gezinin en güzel yerindeyiz,
ama biz öncesine dönelim.
Sabah erken saatlerde
İskenderun’a 30 km
mesafede olan Arsuz’da buluştuk arkadaşlarla. Bizim emektar renoya atlayıp
dağlara doğru yola koyulduk. Hedefimiz Arsuz’a yaklaşık 16km uzaklıktaki Kale
Köyü idi. Orada ıssız sahillerde dolaşıp zaman zaman kıyıya sıfır dik
kayalıkları, sivri tepeleri gezmek ve yine denize nazır bir tepeye kondurulmuş
yalnız ve sessiz deniz fenerini keşfetmekti arzumuz. Kale Köyünü ve civardaki
diğer köyleri daha önce de gezmiş olan ve bize bir nevi rehberlik edecek olan
Fatih Göden arkadaşımız, köye gitmeden önce Arsuz Sanat Evinde bir etkinliğin
olduğunu ve ona uğramayı teklif etti. İyi ki de etti. İçeri de bir resim
sergisi, bir de fotoğraf sergisi vardı. Güzel bir sergi olmuş, zevkle dolaştık.
Daha sonra insanlarla bir müddet sohbet ettikten sonra öğleye doğru asıl
hedefimize doğru yola koyulduk.
Konacık Köyünü geçtikten sonra dağ yolu kendini gösterdi. Tatarlı ve Işıklı Köylerini de geçince deniz görünmeye başladı aşağıda. Köy yolları malum çok bozuktu ama Işıklı ile Kale arasında yol biraz düzeldi, bozuk da olsa sorun değil, altımızda dağların sırdaşı olmuş bir reno var. Masmavi gökyüzü, masmavi deniz ve ikisinin arasında yemyeşil ormanıyla bir dağ yolundayız. Denizi çok görmüşüzdür, sıcak kumsallarda, kalabalık sahillerde filan ama yeşille buluştuğu ve denizin kokusu ile ağaçların kokusu birleşti mi, denizi değil mavi yeşil doğayı kucaklıyor insan.
Kale Köyüne varmadan,
Domuz Burnundaki deniz fenerini yukarıdan ağaçların arasından fotoğraflamak
için durduk. Rüzgâr bir virtüöz gibi ağaçların dallarını enstirüman olarak
kullanıp bize eşsiz bir hışırtı sunuyordu. O güzel oksijeni içimize çeke çeke
fotoğraf çekmeye başladık. Maceranın tam
orta yerindeydik ve önümüzde gün batana dek, yukarıdan seyrettiğimiz bu güzel
sahilden yani aşağıdan da fotoğraflar çekecektik. Sırtını dağa vermiş, ufkunda
engin bir deniz, acaba yaklaşınca neler anlatacaktı bize fener?
Yolculuğumuzun devamında Kale Köyüne vardık. Oldukça küçük olan köyde insanlar alışılmış köy hayatının haricinde bir turistik tatil köyü hayatını da benimsemişler gibiydi. Bizi çeşitli satıcılar karşıladı girişte. Her köylü evinin önünü ufak bir işletmeye çevirmiş kendince bir şeyler satıyordu. Genellikle de katıklı ekmek… Aşağıya doğru inince, yani denize varınca genellikle hayma altına kurulmuş balık restorantlarına rastladık. Bunlardan biri de köyün muhtarına aitti. Saat öğleni biraz geçtiği için daha vaktimiz vardı, biz de yazının başında belirttiğim o güzel ortamda yemeklerimizi yedik. Yemeğin ardından fazla vakit kaybetmeden, aracımızı orada bırakıp, çantalarımızı sırtlayıp sahilden deniz fenerine doğru yorucu ama eşsiz bir yürüyüşe başladık. Yanımıza birer şişe su almıştık ama yürüyüşümüz sırasında bunun gereksiz bir tedbir olduğunu fark ettik. Dağlar bize güzel bir sürpriz hazırlamıştı.
Sahilin başlarında bizi doğal bir balıkçı barınağı karşıladı. Kayalıklarla çevrili bir girintinin içinde balıkçı tekneleri birbirine sokulmuş kedi yavruları gibi dizilmişti. Zemin bazen kumdu ama sık sık kayalıklarda yürümek zorunda kaldık. Özellikle Arsuz civarı sahiller maalesef bir tür kayaç ile örülü. Doğal kumsalların sayısı çok az. İlerledikçe dağ ve deniz arasındaki mesafe git gide azalıyordu ve sahil ıssızlaşıyordu. Makinelerimizin ekranlarında aldığımız sonuçları gördükçe ne havanın sıcağı ne de yorgunluğmuzu hissetmez olduk. Böylece epey yürüdük, ama fenere yaklaştıkça onu göremez olduk, bir tepenin arkasına saklandı biz yaklaştıkça. Sanki yamacıma kadar gelin öyle göstereyim yüzümü der gibi nazlanıyordu.
En sonunda fenerin arkasına saklandığı tepeye vardık. Hemen yamacı tırmanmaya başladık. Adeta ilk kareyi almak için yarışıyorduk bir heyecanla. Tepenin iki zirvezinin arasındaki bir boğazdan hızla yol aldık. Ve sonunda vuslat... Manzaraya ilk ulaşan Ahmet Hocanın gözü vizörde, dünya umrunda değil. Belki de günün benim adıma en güzel fotoğrafını çektim, tabi bunda farkında olmadan modellikte fenere eşlik eden Ahmet Hocamın da katkısı büyük.
Yorgunluğum, sıcak hava, hepsini unutmuştum o an. Serin esen rüzgâr, aşağıda engin deniz, karşımızda akşam ışığını almış demlenen ve içinde bulunduğumuz manzaranın ev sahibi fener… Mest olmuştuk, hepimiz bir köşeye çekildik ve iliklerimize kadar çektik kimbilir ne zaman rastlayacağımız o huzuru. Yürüyüşümüz kazasız belasız, güzel bir gün batımıyla sonuçlandı, hedefimize ulaşmış, bu güzel sahili ve deniz fenerini her açıdan fotoğraflamış ve tam anlamıyla keşfetmiştik. Yaşadığımız güzel anları, çektiğimiz fotoğrafları, yediğimiz balıkları ve içtiğimiz buz gibi pıanr sularını düşünerek dönüş yoluna koyulmuştuk. Murat’ ın dönüşler her zaman kolay olur sözü doğru çıkmıştı, çabucak köye geri döndük. Gün aheste aheste denize dalarken bizler de yorgun bedenlerimizi renonun koltuklarına teslim ettikten sonra köyden ayrıldık. Zifiri karanlıkta dağın eteğinden yavaş yavaş aşağıya, Arsuz’a kıvrıldık.
İşte yürüdüğümüz ıssız sahilin bir kısmı. Yengeç ve martı ayak izlerinden başka iz olmayan, şimdilik temiz kalmış bir sahil...
Akıncı Feneri, benim için yaşadığımız bu hayatın en anlamlı göğe ve denize bakma durağı.
Sahibini
bilmediğim, üniversitede defterimin kenarına not aldığım şu güzel şiirle
bitireyim yazıyı:
Uzanmış koca burun açık
denize doğru,
Lacivert ve gri gecenin değerinde.
Karanlıkta başlar bir
dünya sevgisi,
Deniz feneri parlar,
Talihe aldırmadan
kayalar üzerinde.
Saçlarında tuz kokan,
ölü kokan bir serinlik,
Yüzünde bir fırtına
tadı.
Durursun yorgun,
umutsuz,
Birden bir daha yanıp
söner, sevinçle titrersin,
Bir şey, belki de yaşamın uzadı.