8 Haziran 2016 Çarşamba

Muzaffer Erol Gez Dağcılık Şenliği ve Medetsiz Zirve Tırmanışı





Zarif Adam demiş ki; “Sanki dünya, ölünün başucunda açık kalmış bir radyo”. İnsanı dakikalarca boş bakmaya iten bu çarpıcı söze ne zaman rastlasam aklıma lise yıllarından beri okuduğum, hayat felsefem haline getirdiğim ve hala okumaya devam ettiğim o güzel kitap gelir: Puslu Kıtalar Atlası.

İhsan Oktay Anar’ın 95 yılında bizlere hediye ettiği bu eşsiz romanda Zarifoğlu’nun da biraz ucundan değindiği gibi rüya ve masal metaforları zihnimizi epey karıştırır. Romanda bizlerin belki de bir başka ruhun rüyasında olduğumuz ve gözlerimiz açık iken onun rüyasını yaşadığımız varsayılır. Özellikle şu paragraf, yazarın bu zihin yoran düşünceyi en derin anlattığı yerdir: “Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hâlâ çözebilmiş değilim. Rendakâr düşünüyor olmasından var olduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? Galata'da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, söz gelimi İzmir'de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından var olduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”

İnsan düşünüyor acaba ben kimin rüyasında yaşıyorum diye. Mesela geçenlerde izlediğim Sabahattin Ali belgeselinden çok etkilendim. Hiçbir ülke kendi yazarına, aydınına bu şekilde bir zor bir hayat yaşatmamıştır. Gerçekten onun rüyasında olmak isterdim, ben düş, o ise bir gerçek; hala yaşıyor olsun isterdim. Siyasi fikirlerine veya yaşamındaki bazı hatalarına katılırız, katılmayız; ama kendisi gelmiş geçmiş en iyi öykücülerden biri ülkemizde. Malesef dramatik bir şekilde aramızdan ayrılışı ve yaşadığı sürece sergilediği insanlığı ile ailesine olan tutkusu ile edebiyat dünyasına damga vurmuş efsane bir yazardı bence.




Hâsılı kelam, geçen hafta Ahmet Korçak beni arayıp Merdak öncülüğünde Bolkar Dağlarının Medetsiz Zirvesine tırmanış olduğunu söyleyince hiç tereddütsüz geleceğimi söyledim. Dağcılık veya bu tarz sportif bir deneyimim yoktu ama ne de olsa yayla çocuğuyuz bir şekilde çıkarız dedik ve hazırlıklara başladık. Zirve tırmanışları birilerine adanır, gelenektir. Ben de ölümüne çok üzüldüğüm Sabahattin Ali’nin bir rüyası olarak bu zirve tırmanışını gerçekleştirmek istedim. En güzel dizelerini dağlara adamış bu şairin rüyasında gördüğü bir tırmanış olsun istedim. En azından kendimi bir günlüğüne düş, onu ise hala yaşayan bir gerçek kılmak istedim.



















Cumartesi sabah Antakya’dan Mustafa Mimaroğlu, İskenderun’dan Ahmet Korçak, Rüstem Gündüz ve ben Mustafa Kara, dört kişi çıktık yola. Dört amatör yürüyüşçü zorlu bir zirve tırmanışına katılacaktık, heyecanlıydık ama Merdak gibi deneyimli bir ekiple bunu yapacak olmak bizi rahatlatıyordu. Daha sonra bize Mehmet Yörükoğlu da katıldı ailesi ile. Kamp alanına vardık, çadırlarımızı kurduk, kaydımızı yaptırdık, yemeklerimizi yedik ve ekip liderlerinden gerekli bilgileri edindikten sonra ertesi gün için dinlenmeye geçtik. Bu arada kamp ve tırmanış,  yaşayan efsane dağcı Muzaffer Erol Gez adına düzenleniyor her sene. Onunla da tanışma fırsatımız oldu. Gerçekten ülkenin dört bir yanından gelen doğa yürüyüşçüleri, dağcılar ile güzel bir etkinliğin içinde bulduk kendimizi.












"Adına DÜNYA dediğimiz kitabı oku!” der Puslu Kıtalar Atlası. Evet, bir kitabın önerebileceği en güzel şey, dünyayı okumak... Şöyle devam eder yazar: “Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg 'u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. Kaf dağına varmasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı! Daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?” 

Her fırsatta çok sevdiğim bu kitapta yazdığı gibi, gündelik hayatın gereklilikleri biter bitmez arkadaşlarımla birlikte kendimizi dünyaya, yani doğaya atıyoruz. Tırmanış sabahı da, hiç üşenmeden sabahın birinde uyanıp, kamp yerimiz olan Karboğazı Akarca Mevki gibi 1900mt rakımlı soğuk bir yerde kamyonlara binerek tırmanışın başlayacağı 2200mt civarı başlangıç noktasına hareket ettik. Bu zahmeti gündelik hayatın telaşına kapılmış birinin anlayabileceğini hiç zannetmiyorum. Neyse biz kendimizden bahsedelim. Zımba gibiyiz. Kameralarımız hazır, motivasyonumuz tam, günün ilk ışıkları ile Bolkarlar’ın tam içinde özgür kuşlar gibi seğirteceğiz ve sonra zirveden Anadolu’yu izleyeceğiz.

















“Göreceksiniz ya, ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım.” demiş Sabahattin Ali. Evet ölüm sadece fiziksel bir kayboluş ama düşünce; düş ve masal, sonsuzluk ihtiva eder. Bugün bu dağda Sabahattin Ali düşüncesi benimle birlikte zirveye erişecek, onun ölümsüzlüğünü bir düş olarak Bolkarlar’da gezinerek sağlamış olacağım, olacağız.

“Keçibeli” denilen mevkiye ulaştığımızda arkamızda gökyüzü kızıla dönmüştü. Tırmanışın ilk etabını tamamlamanın gururu ile kısa bir mola verdik. Rakım 2500mt civarındaydı. Hava sertti ama rüzgarsız olduğu için çok üşümüyorduk. Gerçi ara sıra esen sabah yeli bile bizi titretmeye yetiyordu. Ufak tefek atıştırmalık şeyle yiyip ve içecek ihtiyacını da giderdikten sonra, Boklarlar’ın tepelerine düşen kızıl manzarayı izleyerek yürüyüşümüze devam ettik. Heidi çizgi filmindeki uçsuz bucaksız çayırları, vadileri düşünün. İşte öyle bir mekanda ve sabahın tanında, uzaktan sadece kafa fenerlerinin ışığı seçilen; tek sıra halinde kımıl kımıl tırmanan bir kırkayak gibiydi ekip. Tarifi zor bir manzara, keşke o anı durdurup ve arkasına yaslanıp çizseydi bizleri bir ressam.
















      “Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
       En büyük şey, en asîl şey küçülür burda.”

Sabahattin Ali’nin bu dizelerinde değindi yer Anadolu’nun bu yüce dağ kütleleridir. Zirveye yaklaştıkça bu büyük kütlenin içinde kendinizi bit gibi ufak hissediyorsunuz. Gerçekten mesafe kavramınız değişiyor, bulutların şekli. Elinizle dokunacakmış gibi hissettiğiniz bir tepeye ulaşmanız saatleri alıyor, az sonra çıkacakmışsınız gibi olan vadi sanki şehirlerarası bir uzun yol. Benim gibi amatör olan ve dağcılığa pek alışık olamayan bir fotoğrafçı için anlatılması zor duygular yaşıyorum. Sık sık durup fotoğraf alıyorum. Sadece bir mecaz olarak sunduğum bir düşün içinde yer almak fikri gerçekmiş gibi hissetmeye başlıyorum, şehir hayatına benzemeyen bu renkler ve derinlikler karşısında.






















Yüz küsür dağcı disiplin içerisinde gün ağarırken bir yılan gibi kıvrılarak en son etap olan Külah Mevkisine ulaşıyor. Evet gece 1 de uyandığımız ve yürüyüşe 3 gibi başladığımız macerada saat 7 oldu. Buzullaşmış kar kütleleri de geçtik, birbirinden güzel dağ çiçeklerini de izledik. Yorulduk ama şimdi en önemli tırmanış noktasına ulaştık. Yemek molası veriyoruz ve kaybettiğimiz enerjiyi, suyu gideriyoruz. Bazı arkadaşlarımız bu çok dik ve gözü korkutan son çıkışı devam etmekten vaz geçiyor, onlar bizim dönüşümüzü bekleyecekler. Benim de gözüm pek kesmiyor yukarı çıkmayı, ama kendim için değil, Sabahattin Ali’nin adına o zirveyi görmem lazım. Böyle düşününce ayaklarıma katır kuvveti geliyor.

















 
Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, O'na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar kanatlarını,
Ve anlatır mâbutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi. 


Dedim ya şairimiz dağlar ve rüzgar adına en güzel dizelerini yazmıştır. Kuzey yamaçlardan gelen buz gibi dağ rüzgarları ile terimiz soğurken kendisini anıyorum. Dağların en önemli sırdaşı bence bu rüzgarlar olmalı. Tüm tırmanışı montumu çıkarmadan bitirdim, en ufak rüzgar kıpırtısı bile bu yüce dağ başında bizi üşütüyordu çünkü. Rakım 3000 metrelere ulaşmıştı ve zirveye son 500 metre irtifadaydık. Zorlu dik bir çıkış, midesi bulanan da oldu, dizleri boşalan da; ama ekip olarak disiplini bozmadan, güzel bir tempoyla, rehberlerimizin büyük özverisi ile zirveye iyice yaklaştık.


















Son yüz metre bende bir kaçma duygusu oluştu. Limitlerimi o kadar çok zorlamıştım ki, iki gündür neredeyse uyumadım ve üstüne saatlerdir yüksek irtifada tırmanıyorum. Üstelik hala zirve direğini bile göremedim. Adına uygun bir zirveymiş gerçekten, hiç medet yok, en ufak bir göz bile kırpmıyor size. Umutsuzluğa kapılıyorsunuz. Son metrelere kadar sertliğini bozmuyor “Medetsiz”.

"Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir." diyen üstadımın hatırına, ona adadığım bu zirveyi görmeden geri dönmeyeceğim diyerek, hatta etrafımdakilere pek çaktırmadan, gözlerim yaşararak da olsa son 100 metreyi bitiriyorum. Zirve direği ve kutusunu gördüğümde tarifsiz bir heyecana kapılıyorum. Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar çok istememiştim sanki; bu ben değilim, zirveye tırmanan içimdeki Sabahattin Ali’ydi sanki…













Medetsiz Zirve, Bolkar Dağları’nın 3524 metre yüksekliğiyle en yüksek zirvesidir. Bazı dağcılara göre yüksekliği 3548 metredir. Medetsiz zirvesi Bolkar Dağları’nın en yüksek, Toros Dağları’nın ise Demirkazık’tan sonraki en yüksek ikinci zirvesidir. Türkiye’nin ise en yüksek 13. Zirvesidir. Ayrıca Medetsiz halk arasında "At Uçuran Tepesi" olarak da bilinmektedir. 3 farklı rotadan çıkılabilmektedir. Biz klasik güney rotasından yani Karboğazı tarafından Keçibeli sırtından zirve külahına ulaştık. Çok yorucu, ciddi efor isteyen bu rota diğerlerine göre daha güvenli. Çıkışı kadar inişi de oldukça zahmetli olan bu güzel tırmanış ilk kez zirve yapan benim gibi amatörler için cesaret verici bir başlangıç oluyor.













Görevi yerine getirmenin huzuru mu desem, zirvenin bize bahşettiği uçsuz bir manzaranın tam üstünde uzanmış dinlenmenin keyfi mi desem, biraz sessizleştim. Cebimde getirdiğim zirve notunu uç noktaya bıraktım. Arkadaşlarım Ahmet Korçak ve Mustafa Mimaroğlu ile 3524 metre rakımda zaferin keyfini sürdüm bir süre. Herkesin yüzünde gurur ve sevinç ifadesi vardı. Türk bayrakları ve kulüp flamaları ile Bolkarlar’ın zirvesinde 114 kişi. Duygular karışıktı, hem yorgunluk, hem yüksek irtifanın getirdiği baş dönmesi hem de başarmanın sevinci. Kendisi olsa her zamanki üslubuyla; "İçimde biriken hislerin birdenbire patlayarak beni zerreler halinde dağıtacağından korkuyorum." derdi sanırım. Üstadı böyle bir dağ tırmanışı ile anmak lazımdı elbette; ne de olsa onun meskeni dağlardı!..






Başım dağ saçlarım kardır,
Deli rügarlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.


Bir gün kadrim bilinirse,
İsmim ağza alınırsa,
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim dağlardır.
 Sabahattin Ali 
(1907-1948)













     Bize böyle güzel bir etkinliği sağlayan Merdak (Mersin Dağcılık Kulübü) yönetim kuruluna ve üyelerine teşekkür ederim. Tırmanış boyunca rehberliğimizi yapan Hasan Karabulut’a, Hüseyin Tunç’a, Gülperen Demirçelik’e, Abdurrahman Harikçi’ye, Hüseyin Yalçın'a, kamp alanından sorumlu Sultan Öncü‘ye ve etkiniliğimizi şereflendiren Muzaffer Erol Gez’e en içten selamlarımla.


Mustafa Kara
Haziran'2016