25 Mayıs 2015 Pazartesi

#şiirfenerde




Genellikle birçoğu balkona çıkar bi sigara tüttürür, bazısı çikolatalı pastaya vurur kendini, beyazından bir büyüğe danışanlar da az değildir, çok azı yüksek bir yerden atlamayı düşünür ya da benim gibi cebindeki son parasıyla basar bir hafta sahil yollarında dolanır durur, kafası bozulduğunda. Çünkü hareket etmezsen acı üzerine birikir.

Sezen Aksu’nun “Hani o duygu var ya…” diyerek başladığı şarkısını hiç dinlememiş biri olarak, ama Sezen Aksu şarkılarındaki o garip hüznü de yanıma alarak Gelidonya Feneri’ni ziyaret etmek için yollara düştüm. Aslında Sezen Aksu dinlemeden yollarda dolanmak haramdır. Michael Mcgowan’ın “One Week” adlı filminde mesela Sezen Aksu şarkıları kullanmaması onu büyük Oscar ödülünden bile etmiş olabilir. Ya da kamyoncular, dorse arkasına acılı arabesk şeyler yerine Sezen’in gerçekten okkalı hüznünü yazmadıkları için belki bu kadar yanlış anlaşılıyorlardır. Nerden çıktı şimdi bu hüzün demeyin, geziler sadece neşe için mi yapılır? 







Aylar öncesinden planlanmış Korsan Koyu kampına katılmak için bu bahar yapmak istediğim sahil turunu kamp tarihine denk getirdim. Gerekli olan parayı kazanmış, kamp ekipmanlarımı filan ayarlamışken üstüne bir de sürpriz olarak Can dostum motosikletini ödünç verince tadından yenmez bir gezi olacağı kesinleşti. Hedefim tek seferde Alanya’ya ulaşıp orada özlediğim arkadaşlarımla beraber vakit geçirmek, sonrasında Hatay Motosiklet Derneğinden arkadaşlarla birleşip Kaş’a gitmek, o civarda gezilesi yollarda dolanmak ve nihayetinde Korsan Koyuna kamp atmak… Can’ın bembeyaz bir ata benzeyen scooterını aldım, deneme sürüşünü yaptım ve eşyalarımı sımsıkı yükledim: çadırım, matım, uyku tulumum, fotoğraf ekipmanlarım ve tabiki kara çaydanlığım… Beyaz atı yolculuğa hazırlamak bile o kadar keyifli ki, sanki yüzyıllar öncesinde yaşayan bir seyyah gibi ömrümün yarısını yollarda geçirecekmişçesine bir hazırlanış; istikamet Alanya.






 





         Alanya’da Fatih ve Cenk Kara kardeşlerin misafiriydim. Kendileri benim uzaktan emmoğluları olur. Karaların o tontiş annesi (kendi deyimleri ile Adile Naşit gibi anne) karnımızı doyurduktan sonra, Alanya Kalesine çıktık. Her zaman imrenerek baktığım bu manzaraya nazır çaylarımızı yudumladık. Aylar öncesinden hayalini kurduğum bu ritüelden sonra Alanya sokakları, diskoları, barları, kafeleri dolanıp durduk.






















 Sabah olunca Karalar işlerine gitti ben de aylak aylak dolaşmaya devam ettim. Moto Alanya’da kahvaltımı edip, Hatay’dan arkadaşlarım gelene kadar kafa dinlemek üzere Ozan Abinin rehberliğinde Dim Çay’ına sürdüm motoru. Her ne kadar tesisler o güzel çayın doğallığını bozmuş olsa da, bozuntuya vermeyip demli bir çay söyledim. Gürül gürül su sesi, kuş sesi ve ağaç hışırtıları sanki kitap okumak için bana özel fon müziği sununca dayanamadım çantamda hazır bekleyen Sait Faik öykülerine daldım. Epey bir vakit geçirdikten sonra arkadaşları karşılamak üzere Alanya merkeze döndüm ve telefonum çaldı. Yakalandım, arayan Orhan Coşkun. Nasıl haber vermeden geçersiniz memleketten diyerek cebren ve hile ile beni kaçırdı. Üstüne ben bu oyunu bozarım diyerekten Sıtkı başkan ve Ali Abiyi de ikna edip bir gece bizi Alanya’da misafir etti. Daha doğrusu kalmak zorunda kaldık, Ali Abim yolda gelirken ufak bir kaza atlatmış, ayağı şiştiği için yola devam etmesini uygun görmedik. Orhan Abinin ve Alanyadaki dostların müthiş ziyafetleri, ikramları ile geçirdiğimiz vakit de gezinin balı kaymağı oldu diyebilirim.




 














Ertesi gün Ali abiyi bir arkadan gelen gruba emanet bırakarak Sıtkı başkanla Kaş’a doğru sürme kararı aldık. Kulaklığımda gitara ve davula doyacağınız klasik rock müzikler, önümde bir motosiklet virtüözü Sıtkı Güven dans ediyor ve masmavi yemyeşil virajlar, dağlar, denizler… Sanki bir yol filminde kameraman olarak işe başlamışım; oyuncular, sahne önümde akıp gidiyor. Gün batımı manzaraları mesala beni benden aldı, bu kadar güzel anlarla karşılaşacağımı bilseydim emin olun fotoğraf çekebilen gözlük icat eder, gezinin hiçbir anını kaçırmadan kayıt altına alırdım. Yolculuğumuz abi kardeş manzaranın ve yolların keyfini alarak sürdü. Kumluca da Sıtkı Abinin eski dostlarından birine uğramak dışında pek mola vermeden Kaş’a ulaştık. 













Bizi Ömer Eyretli karşıladı ve kendimizi kalacağımız pansiyona attık. Pansiyonda kalacağımız odanın ismi de pek manidar: Flying Fishes. Biraz dinlendikten sonra soluğu Ömer abinin barında aldık. Sabah saatlerine kadar takıldığımız barda ben bir Rus bir Belçikalı, Sıtkı abi de tam sayamadım ama en azından dört kişilik Hollandalı hatun grubunu dansa kaldırdı tek tek. Müzikler şahane, eğlence süperdi. O kadar yolun üstüne, aman sabahlar olmasın bir gece oldu. Ömer abi bir yandan çalışırken bir yandan da bizimle ilgilendi, Kaş’ın o güzel gece atmosferini yaşadık, yorgunluk attık. Dur dur hemen şakayı düzelteyim, Rus Mus, Belçikalı Hollandalı filan yok, abi kardeş takıldık, seyahat planları, iş güç muhabbeti ettik üç kafadar. Ben neyse de Sıtkı abiyi evliliğinden etmeyeyim. Belki ben bi ara hafiften dans eder gibi yaptım, o kadar, başka bi şi olmadı. Öğlene doğru ayıldık ve pansiyon sahibi Nejdet Beyin sohbeti eşliğinde kahvaltımızı yaptık. Nejdet Bey iyi bir sualtı fotoğrafçısı ve eski bir motosiklet tutkunu imiş. Yani bizim kafadan. Su altı çalışmalarını imrenerek izledik ve Kaş dağlarına nazır çaylarımızı içtik. Sıtkı abi bir gün daha kalmak niyetindeydi, ben ise Ali abi ile aslında plana göre o gün Bodrum taraflarına doğru sürecektim. Ama Ali abi talihsizce geride kaldı, direkt kamp yerine geçecek. Tek başıma o kadar km keyifsiz ve tehlikeli olacağından ben de geze geze, biraz denizi dinleyerek biraz fotoğraf çekerek kamp yerine sürmeyi seçtim. Fotoğraf makinemi kamp yerine sakladığımdan yoldan kareleri hep cep telefonumla çektim, malesef cep telefonları sandığımdan daha hızlı hayatımıza girdi. Müziği de onun sayesinde dinledim, kaybolduğumda yolu da onun sayesinde buldum.


















Sıtkı Abi ve Ömer Abi ile vedalaşıp yine yollara koyuldum, zaten gezinin amacı yollarda olmaktı, yeterince kafelerde barlarda evlerde vakit kaybettim diyerek güneşin bağrına doğru açtım gazı. Kekova tabelasından sağa saptım. Güzel bir dağ yolundan aşağı sahile indim. Maviyi ve yelkenlileri izledim. Tekrar açtım gazı girdim virajlara, Demre’deyim. Artık yeşile çalan denizin rengi ve yol kenarlarındaki ıssız koylar, gerçekten bir sahil turunda olduğumu bana hissettiriyordu. Saatlerce oturdum mesela bir burunda. Hem kendimi hem de yol arkadaşım beyaz atı dinlendiriyordum her gördüğüm güzel tabloda.


















Nihayet yolculuğun asıl varış noktası Korsan Koyuna ulaştım ve kampımı attım. Beni koyda Ruslar ve İstanbul’dan gelen motosiklet gezgini Aşır abi karşıladı. Koyda motosikletimi park ederken Rus hatunların gülüşerek bana doğru gelişleri bir an kaza yapıp rüya gördüğümü hissettirdi. Tabiki gerçeklerdi, erkek arkadaşları ile Türkiye’ye gelmişler, yürüyerek bu güzel koyları geziyorlar. Bu arkadaşlar uzak diyarlardan ülkemizdeki tarihi ve tabii güzellikleri ezbere biliyorlar. Bizlerin gezi bilgisi ise sadece “nerede en güzel kebap köfte var”dan öte değil. Korsan Koyunu bulmak için adres sorduğum birçok Antalyalı boş boş yüzüme bakmıştı mesela.
































 İlk gün yağmur fırtına vardı. Yağmurda çadırın içinde kamp lambası altında kitap okumak oldukça fantastik bir olay, kurgulasam bu kadar zevkli olmazdı. Sonra güneş bir açtı, biz cumburlop o turkuaz denizin içindeyiz. Geceleri ateş başında sohbetler, ızgarada güzel yemekler… Hatta Salih abi o tuttuğu kocaman balığı son anda kaçırmasaydı muhtemelen iki gün yeterdi o balık bize. Kahvaltı olarak yanımda sadece saralle ve ekmek götürdüm, onun dışında tabiki çayım vardı. Akşamları da en büyük zevkim kara çaydanlığı doldurup arkadaşlarımla çay sefası sürmek oldu. Ali abi ile fotoğraf geyikleri yaptık, Mumi ile ergen geyikleri, Sıktı abi ile motor geyikleri, Fuat abi ile tava geyikleri, Hakkı abi ile karavan geyikleri, Salih abi ile balık geyikleri, Nuri abi ile film geyikleri, Aşır abi ile geyik geyikleri… Anlayacağınız epey geyik yaptık, çekirdeğimiz de içeceğimiz de boldu zaten. 





























Sonra arkadaşlarım beni yalnız bırakmadılar, hadi dediler Gelidonya Fenerine yürüyoruz. Toplam 12-13 km kadar bir yol yürüdük gidiş geliş. Ama kesinlikle değdi, dağ başında denize çok hakim bir burunda eşsiz manzarası ile görülmesi ziyaret edilmesi gereken bir deniz feneri. Türkiye’deki deniz fenerleri içerisinde manzarası en güzel olanı. 227 metre yüksekliği ile en yüksek olanı ayrıca. Likya yolu üzerindeki bu fenerde genellikle yürüyüşçüler kamp yapıyorlar ve Adrasan istikametine yürüyüşlerine devam ediyorlar. Epey bir süre oturup sırtımızı yeşile ufkumuzu maviye verip, rüzgarın sesini dinledik ve dinlendik. Bu bahar Gelidonya Fenerinde rüzgarın sesini dinleyeceğim demiştim, sözümü tuttum.






















Likya döneminin büyük ihtimalle önemli eyaletlerinden birisi olan Melanippe Antik Kentinin liman kalıntılarının bulunduğu Korsan Koyunda dostlarla unutulmaz bir kamp keyfi sürdük. Dalgaların sesi eşliğinde çadır uykusunun tarifi zor. Denize ve kamp ateşine doyduk. Gelenekselleştirilmesi gereken kamplardan ve yolculuklardan biri oldu. Özellikle Orhan abinin ustaca planı(!), Fatih Kara’nın maket araba koleksiyonu ve Alanyalı dostların misafirperverliği unutulmazdı. Sonra Kaş’ta geçirdiğim bol müzikli gece için Ömer Abiye minnettarım. Ve Korsan Koyunda akreplerle savaşıp karnımızı doyuran Fuat Abiye özel bir teşekkür etmemiz lazım. Eğlenceden sorumlu devlet bakanlarımız Mumi ve Cenk'e bol selamlar. Çok uzaklardan gelen dost yürekli adamlar Hakkı ve Nuri abimden daha çok yol hikayesi dinlemem lazım. Yol boyu beni hiç yalnız bırakmayan koruyucu meleklerim Ali Güntekin, Mehmet Çulcu ve çok sevdiğim başkan amcam Sıtkı Güven’e sonsuz teşekkür ederim, toplamda 2000 km süren bu serüven elbette sizlerle güzeldi.










Ama bir haftalık yolculuğumun en unutulmaz kısmını daha anlatmadım. Zaten bir garip hüzünle, kafa bozukluğu ile çıkmıştım yola, üzülecek şey arayıp duruyorum. James Blunt bir yandan, Coldplay öte yandan yanık yanık söylüyorlar, virajlar başladı mı Cris Rea kulaklığımda. Ara sıra da Dire Straits çalıyor, özellikle uzun düzlüklerde. İki tekerin, rüzgarın, mavinin ve yeşilin zirvesindeyim, duygusalım da, terapi gibi bir gezi. En ölmüşünü bile dirilten bir koyda kamptayım. İnsan dertlerinden sıyrılır bu ortamda. Ben de tüm sıkıntılarımı unutmuş yavaş yavaş o nihilist huzura erişmiştim. Kampın sondan bir önceki günü Gelidonya Fenerine tırmanıyoruz. Orada fenerin etrafında dolaşırken,  denize dönük duvarında aşağıdaki yazı ile karşılaşıyorum.


 



Eminim bu yazıyı bir erkek yazdı. Evet erkekler daha duygusallardır bu mevzularda, kadınlar dedikodu yapar rahatlar, ama biz içimize attığımızdan illa ki bir deniz feneri ararız dertleşecek. Dünyanın en güzel manzaralı deniz fenerinin duvarına bu kadar içli mısraları yazan sevgili dostum, beni de kahrettin. Gelidonya Burnunun ucundaki kayalıklara oturdum ve seni düşündüm, harbiden ülkenin en güzel kıyılarına tatile gelmiş, cennette gibi hissettiren bir deniz fenerinin önünde oturmuşken insan nasıl olur da acılarını hatırlar. Benim gibi biriyse demek, en mutlu anında kederlenen tiplerden. Bizim gibiler genellikle, Yıldırım Önal'ın "Gülerken Ağlayanlar" filmindeki gibi bir hal alıyoruz böyle durumlarda. Issız, sessiz ve güzel bir dost gibi ne sırlar dinlemiş bir deniz fenerinin köşesine de bu mısralar yakışırdı elbet.


Sonra ben bu mısraları seslendiren Sezen Aksu’yu hatırladım tabii. O gece çadırda sabaha kadar pek az çeken mobil internetten albümleri indirdim. Ve dönüş yolunda yüzlerce kilometre Sezen dinledim.








    





    Aşağıdaki minik film de 7 günlük gezimin 7 dakikalık hikayesi, iyi seyirler: