21 Mart 2015 Cumartesi

Beyaz Bahar



İtiraf etmeliyim. Çocukken çok sıkılırdım, televizyon yok, pek arkadaş yok, sürekli yokuş çıkıyorsun, banyo keyifli değil, soğuk, her sabah ekmek almaya dağları tepeleri aşıyorsun, baban tahtadan kılıç yapıyor sana oyuncak diye, amcan çam kabuğundan kayık. Ne biçim yaz tatili derdim o zamanlar, şimdinin moda deyimi ile.

Halbuki dağları, ağaçları, o sisli sabahları, elimi donduran suları, bacaklarımı şişiren o yokuşları, büyüklerin su borularını tamir için kullandığı lastiklerden ve ayakkabı meşininden yaptığımız sapanları, annemin giyisileri yıkadığı odun ateşinin üstündeki kara kazanı, babannemin bulamaç tatlısını, evimizin çıra kokusunu, yağmur yağdığında çinkodan çıkan o sesi, ağaçkakan kuşlarını ve sincapları… Hepsini özlemle hatırlıyorum. Şenlik tepesinde koştururken yuttuğumuz o yayla tozu bence biz yayla çocuklarının en sağlam bağışıklık iksiri. Şehrin tozuna karşı bizi hala koruyor. Her sabah ekmek almaya giderken bir tepe aşar, birkaç dere geçer, oyun için yaylanın taa diğer ucuna koşturur böylelikle şimdiki doğa yürüyüşçülerinin ayda bir iki kez piknik için kat ettiği yolu henüz 7-8 yaşlarında günlük kat ederdik. Sınıf arkadaşlarımız okulun ilk günü yaz tatilinde ne yaptınız sorusuna gezdikleri otelleri, sahilleri, alışveriş merkezlerini anlatırken biz yayla çocukları pek bir şey yazamazdık: kuşlar, ağaçlar, dereler tepeler işte…



























Dedim ya çocukken yaylanın ikinci haftası kaçmak isterdim, hatta bir keresinde alıp başımı yürümeye başlamıştım, yaylayı geçip, epey aşağı yürümüştüm, sonra babam kaçtığımı anlayıp peşime düşmüş beni yakalamıştı. İşte küçük bir çocuk için epey uzaklaştığımı zannettiğim yaylanın 3-4 km altındaki mezbahane civarında yayla yolunda arabamızla kara saplandık geçen hafta sonu. 90’lı yıllarda çocuk aklımla sanki Osmaniye’ye vardım sandığım, saatlerce yürüyüp ancak o kadar uzaklaşabildiğim ve ardından babama yakalandığım yerdeydim. Aracımız kardan dolayı gidemez oldu ve evet Zorkun’a yürümek durumundaydık. Yıllar önce yayladan kaçtığı için pişman olan çocuğun heyecanla geri yaylasına, Zorkun’a yürüyüşü oldu bu. Kendisi de Karadenizli olan ve bu kültüre hiç de uzak olmayan Yahya Hocamın Zorkun’daki evinde bu hafta sonu AÇED ile birlikte bir kış kampı yapmak istemiştik ama kara kış o kadar kuvvetliydi ki eve ulaşmayı bırak, yaylaya bile giremedik aracımızla. Baharın müjdelendiği bu günlerde sürpriz bir kar fırtınasına yakalandık ve eşsiz manzaralara şahitlik ettik.



















Uzun yıllar yaylaya gitmiş biri olarak ilk defa Zorkun’u bu şekilde gördüm. Sessiz, yalnız, beyaz ve ürkütücü... Fırtına birçok ağacı yıkmıştı, bazıları evleri göçürmüş bazıları elektrik kablolarını uçurmuş. Dükkanların önü karla kapanmış, şenlik tepesi yolu yukardan aşağı akan bembeyaz bir dere gibi. Hızlıca karar verip kampı iptal ettik ve Amanos Çevre Koruma Derneği (AÇED)’nden Hikmet Çelebi’nin önerisi ile Tekkoz yaylasındaki evlerine sığınmayı kararlaştırdık. Zorkun 1600-1700 metrelerde bir yayla. Tekkoz ise Dörtyol Kuzuculu üstlerinde 950-1000 metre civarlarında yükseklikte. Orada da kar yağışı bizi karşıladı ama kesinlikle kamp için muhteşem bir hava vardı, hafifçe yağıyordu. Küçük ve genelde hayvancıların kullandığı bir yayla Tekkoz. Doğa harikası bir mevkide. Şelalelerin, gürültülü akan derelerin ve derin vadilerin olduğu bu yayla tıpkı Karadeniz’i andırıyor diyebilirim.
 


















AÇED ekibi de yaylaya ulaştıktan sonra kamp teşkilatımızı kurduk. Isınmak için odun sobamızı ve yemek için malzemelerimizi ayarladıktan sonra cümbüş başladı. AÇED o kadar renkli insanlardan oluşuyor ki onlarla geçirdiğiniz birkaç gün bile size o sezon yetecek kadar pozitif enerji veriyor. Tam anlamıyla deliler derneği. E Yahya Hocam ve ben de az deli olmadığımız için kolay ayak uydurduk kendilerine. Bütün gece odun sobası başında gır gır şamata… Pek demli çaylar ve sohbetler… Dışarıda inceden bir kar yağışı, ıssız dağ başında ağaçların esen rüzgarla çıkardığı ses… Tam anlamıyla Mart ayının sonunda “Beyaz Bahar”ı yaşıyorduk.












Geceyi bir tahta kulübede geçirdim. Uyku tulumum eksi 5 derecelere düşen havaya rağmen beni iyi korudu. Ayrıca askerlerin ve dağcıların kullandığı cep sobalarından kullandım. Kulübe hemen vadinin dibinde, aşağıda çağıldayan bir dere var ve sabaha kadar bana ninni gibi geldi sesi. Gece ihtiyacımı gidermek için kalktığımda dışarıda zifiri karanlıktaki dağ başında kendimi bir Nuri Bilge Ceylan filminde gibi hissettim desem yalan olmaz. İnsan evrenin aslında ne kadar sessiz, sakin, yalnız bir yer olduğunu anlamak için ara ara şehirden uzaklaşmalı bence. 




















Sabah uyandığımızda da bizi yine elif elif diyerek yağan bir kar karşıladı. Düşünsenize yanağınıza konan onlarca kar tanesi, sabah öpücüğü niyetine. Yine bir cümbüş eşliğinde kahvaltı seansını gerçekleştirip fırtına gibi yola çıktık. Nereye mi? Tekkoz Yaylası etrafında bulunan şelalelere. Gerçekten özellikle Büyük Tekkoz Şelalesinin yürüyüş parkuru çok zordu. Dikenli çalılar, göçmüş dere vadisi, yerinden sökülmüş ağaçların kapattığı patikalar, ama her zorluğun sonu cennet. Görülmeye değer şelaleler ve harika doğa manzaraları. Önce  Kırkbüklüm Şelalesine ulaştık, Koyunbali Mağarasına tırmandık ve onu da bulduk. Sonra Büyük Tekkoz ve Küçük Tekkoz Şelalelerini dolaştık. Böylece akşamı ettik, yolumuz dağ patikaları, dere vadileriydi. Kar, çamur, güneş hepsi bir arada. Yaramaz bir yayla çocuğu gibi oradan oraya koşuşturdum durdum ve sonunda üstüm başım çamur oldu, ayaklarım ıslandı. Doğa ile mücadelemizde sıklıkla yenildiğimiz; iyi ki de yeniliyoruz, yenildikçe o var olacak dediğimiz bir yürüyüş oldu.


















































Arkadaşlığın, sohbetin ve doğanın tadına doyum olmaz ama kampımızı pazar günü akşam bitirip açık hava hapishanelerimize, yani şehirlerimize geri döndük hep beraber. Yine yüksek miktarda Mehmet Soyer’e maruz kalmama rağmen kilo almadan bir geziyi daha bitirdim. Beni kampa dahil eden Yahya Yılmaz hocama ve AÇED ekibinin zır deli, çılgın ve doğasever adamlarına teşekkür ederim.

 Yayla çok güzel, gelsene :)