İtiraf etmeliyim. Çocukken çok sıkılırdım, televizyon yok, pek arkadaş
yok, sürekli yokuş çıkıyorsun, banyo keyifli değil, soğuk, her sabah ekmek
almaya dağları tepeleri aşıyorsun, baban tahtadan kılıç yapıyor sana oyuncak
diye, amcan çam kabuğundan kayık. Ne biçim yaz tatili derdim o zamanlar,
şimdinin moda deyimi ile.
Halbuki dağları, ağaçları, o sisli sabahları, elimi donduran suları,
bacaklarımı şişiren o yokuşları, büyüklerin su borularını tamir için kullandığı
lastiklerden ve ayakkabı meşininden yaptığımız sapanları, annemin giyisileri
yıkadığı odun ateşinin üstündeki kara kazanı, babannemin bulamaç tatlısını, evimizin
çıra kokusunu, yağmur yağdığında çinkodan çıkan o sesi, ağaçkakan kuşlarını ve
sincapları… Hepsini özlemle hatırlıyorum. Şenlik tepesinde koştururken
yuttuğumuz o yayla tozu bence biz yayla çocuklarının en sağlam bağışıklık
iksiri. Şehrin tozuna karşı bizi hala koruyor. Her sabah ekmek almaya giderken
bir tepe aşar, birkaç dere geçer, oyun için yaylanın taa diğer ucuna koşturur
böylelikle şimdiki doğa yürüyüşçülerinin ayda bir iki kez piknik için kat
ettiği yolu henüz 7-8 yaşlarında günlük kat ederdik. Sınıf arkadaşlarımız
okulun ilk günü yaz tatilinde ne yaptınız sorusuna gezdikleri otelleri,
sahilleri, alışveriş merkezlerini anlatırken biz yayla çocukları pek bir şey
yazamazdık: kuşlar, ağaçlar, dereler tepeler işte…
Dedim ya çocukken yaylanın ikinci haftası kaçmak isterdim, hatta bir
keresinde alıp başımı yürümeye başlamıştım, yaylayı geçip, epey aşağı
yürümüştüm, sonra babam kaçtığımı anlayıp peşime düşmüş beni yakalamıştı. İşte
küçük bir çocuk için epey uzaklaştığımı zannettiğim yaylanın 3-4 km altındaki mezbahane
civarında yayla yolunda arabamızla kara saplandık geçen hafta sonu. 90’lı
yıllarda çocuk aklımla sanki Osmaniye’ye vardım sandığım, saatlerce yürüyüp
ancak o kadar uzaklaşabildiğim ve ardından babama yakalandığım yerdeydim.
Aracımız kardan dolayı gidemez oldu ve evet Zorkun’a yürümek durumundaydık.
Yıllar önce yayladan kaçtığı için pişman olan çocuğun heyecanla geri yaylasına,
Zorkun’a yürüyüşü oldu bu. Kendisi de Karadenizli olan ve bu kültüre hiç de
uzak olmayan Yahya Hocamın Zorkun’daki evinde bu hafta sonu AÇED ile birlikte
bir kış kampı yapmak istemiştik ama kara kış o kadar kuvvetliydi ki eve
ulaşmayı bırak, yaylaya bile giremedik aracımızla. Baharın müjdelendiği bu
günlerde sürpriz bir kar fırtınasına yakalandık ve eşsiz manzaralara şahitlik
ettik.
Uzun yıllar yaylaya gitmiş biri olarak ilk defa Zorkun’u bu
şekilde gördüm. Sessiz, yalnız, beyaz ve ürkütücü... Fırtına birçok ağacı
yıkmıştı, bazıları evleri göçürmüş bazıları elektrik kablolarını uçurmuş.
Dükkanların önü karla kapanmış, şenlik tepesi yolu yukardan aşağı akan bembeyaz
bir dere gibi. Hızlıca karar verip kampı iptal ettik ve Amanos Çevre Koruma
Derneği (AÇED)’nden Hikmet Çelebi’nin önerisi ile Tekkoz yaylasındaki evlerine
sığınmayı kararlaştırdık. Zorkun 1600-1700 metrelerde bir yayla. Tekkoz ise
Dörtyol Kuzuculu üstlerinde 950-1000 metre civarlarında yükseklikte. Orada da
kar yağışı bizi karşıladı ama kesinlikle kamp için muhteşem bir hava vardı,
hafifçe yağıyordu. Küçük ve genelde hayvancıların kullandığı bir yayla Tekkoz.
Doğa harikası bir mevkide. Şelalelerin, gürültülü akan derelerin ve derin
vadilerin olduğu bu yayla tıpkı Karadeniz’i andırıyor diyebilirim.
AÇED ekibi de yaylaya ulaştıktan sonra kamp teşkilatımızı kurduk.
Isınmak için odun sobamızı ve yemek için malzemelerimizi ayarladıktan sonra
cümbüş başladı. AÇED o kadar renkli insanlardan oluşuyor ki onlarla geçirdiğiniz
birkaç gün bile size o sezon yetecek kadar pozitif enerji veriyor. Tam anlamıyla
deliler derneği. E Yahya Hocam ve ben de az deli olmadığımız için kolay ayak
uydurduk kendilerine. Bütün gece odun sobası başında gır gır şamata… Pek demli
çaylar ve sohbetler… Dışarıda inceden bir kar yağışı, ıssız dağ başında
ağaçların esen rüzgarla çıkardığı ses… Tam anlamıyla Mart ayının sonunda “Beyaz
Bahar”ı yaşıyorduk.
Geceyi bir tahta kulübede geçirdim. Uyku tulumum eksi 5 derecelere
düşen havaya rağmen beni iyi korudu. Ayrıca askerlerin ve dağcıların kullandığı
cep sobalarından kullandım. Kulübe hemen vadinin dibinde, aşağıda çağıldayan
bir dere var ve sabaha kadar bana ninni gibi geldi sesi. Gece ihtiyacımı
gidermek için kalktığımda dışarıda zifiri karanlıktaki dağ başında kendimi bir
Nuri Bilge Ceylan filminde gibi hissettim desem yalan olmaz. İnsan evrenin
aslında ne kadar sessiz, sakin, yalnız bir yer olduğunu anlamak için ara ara
şehirden uzaklaşmalı bence.
Sabah uyandığımızda da bizi yine elif elif diyerek yağan bir kar
karşıladı. Düşünsenize yanağınıza konan onlarca kar tanesi, sabah öpücüğü
niyetine. Yine bir cümbüş eşliğinde kahvaltı seansını gerçekleştirip fırtına
gibi yola çıktık. Nereye mi? Tekkoz Yaylası etrafında bulunan şelalelere. Gerçekten
özellikle Büyük Tekkoz Şelalesinin yürüyüş parkuru çok zordu. Dikenli çalılar,
göçmüş dere vadisi, yerinden sökülmüş ağaçların kapattığı patikalar, ama her
zorluğun sonu cennet. Görülmeye değer şelaleler ve harika doğa manzaraları.
Önce Kırkbüklüm Şelalesine ulaştık,
Koyunbali Mağarasına tırmandık ve onu da bulduk. Sonra Büyük Tekkoz ve Küçük
Tekkoz Şelalelerini dolaştık. Böylece akşamı ettik, yolumuz dağ patikaları,
dere vadileriydi. Kar, çamur, güneş hepsi bir arada. Yaramaz bir yayla çocuğu
gibi oradan oraya koşuşturdum durdum ve sonunda üstüm başım çamur oldu,
ayaklarım ıslandı. Doğa ile mücadelemizde sıklıkla yenildiğimiz; iyi ki de
yeniliyoruz, yenildikçe o var olacak dediğimiz bir yürüyüş oldu.
Arkadaşlığın,
sohbetin ve doğanın tadına doyum olmaz ama kampımızı pazar günü akşam bitirip
açık hava hapishanelerimize, yani şehirlerimize geri döndük hep beraber. Yine yüksek miktarda Mehmet Soyer’e maruz kalmama rağmen kilo almadan
bir geziyi daha bitirdim. Beni kampa dahil eden Yahya Yılmaz hocama ve AÇED
ekibinin zır deli, çılgın ve doğasever adamlarına teşekkür ederim.
Yayla çok güzel, gelsene :)