8 Ağustos 2010 Pazar

Deniz Feneri'ne Yürüyüş



         Efil efil esiyor rüzgâr, haymanın dalları denizin dalgası düet yapıyor sanki. Önümüzde taptaze Akdeniz’e has salatalarımızın eşliğinde balıklarımız… Serin mavi deniz… Kale Köyünde öğle yemeğindeyiz, dört fotoğrafçı arkadaş. Belki de gezinin en güzel yerindeyiz, ama biz öncesine dönelim.


      Sabah erken saatlerde İskenderun’a 30 km mesafede olan Arsuz’da buluştuk arkadaşlarla. Bizim emektar renoya atlayıp dağlara doğru yola koyulduk. Hedefimiz Arsuz’a yaklaşık 16km uzaklıktaki Kale Köyü idi. Orada ıssız sahillerde dolaşıp zaman zaman kıyıya sıfır dik kayalıkları, sivri tepeleri gezmek ve yine denize nazır bir tepeye kondurulmuş yalnız ve sessiz deniz fenerini keşfetmekti arzumuz.  Kale Köyünü ve civardaki diğer köyleri daha önce de gezmiş olan ve bize bir nevi rehberlik edecek olan Fatih Göden arkadaşımız, köye gitmeden önce Arsuz Sanat Evinde bir etkinliğin olduğunu ve ona uğramayı teklif etti. İyi ki de etti. İçeri de bir resim sergisi, bir de fotoğraf sergisi vardı. Güzel bir sergi olmuş, zevkle dolaştık. Daha sonra insanlarla bir müddet sohbet ettikten sonra öğleye doğru asıl hedefimize doğru yola koyulduk.







 


          Konacık Köyünü geçtikten sonra dağ yolu kendini gösterdi. Tatarlı ve Işıklı Köylerini de geçince deniz görünmeye başladı aşağıda. Köy yolları malum çok bozuktu ama Işıklı ile Kale arasında yol biraz düzeldi, bozuk da olsa sorun değil, altımızda dağların sırdaşı olmuş bir reno var. Masmavi gökyüzü, masmavi deniz ve ikisinin arasında yemyeşil ormanıyla bir dağ yolundayız. Denizi çok görmüşüzdür, sıcak kumsallarda, kalabalık sahillerde filan ama yeşille buluştuğu ve denizin kokusu ile ağaçların kokusu birleşti mi, denizi değil mavi yeşil doğayı kucaklıyor insan.


 


       Kale Köyüne varmadan, Domuz Burnundaki deniz fenerini yukarıdan ağaçların arasından fotoğraflamak için durduk. Rüzgâr bir virtüöz gibi ağaçların dallarını enstirüman olarak kullanıp bize eşsiz bir hışırtı sunuyordu. O güzel oksijeni içimize çeke çeke fotoğraf çekmeye başladık.  Maceranın tam orta yerindeydik ve önümüzde gün batana dek, yukarıdan seyrettiğimiz bu güzel sahilden yani aşağıdan da fotoğraflar çekecektik. Sırtını dağa vermiş, ufkunda engin bir deniz, acaba yaklaşınca neler anlatacaktı bize fener?



  



Yolculuğumuzun devamında Kale Köyüne vardık. Oldukça küçük olan köyde insanlar alışılmış köy hayatının haricinde bir turistik tatil köyü hayatını da benimsemişler gibiydi. Bizi çeşitli satıcılar karşıladı girişte. Her köylü evinin önünü ufak bir işletmeye çevirmiş kendince bir şeyler satıyordu. Genellikle de katıklı ekmek… Aşağıya doğru inince, yani denize varınca genellikle hayma altına kurulmuş balık restorantlarına rastladık. Bunlardan biri de köyün muhtarına aitti. Saat öğleni biraz geçtiği için daha vaktimiz vardı, biz de yazının başında belirttiğim o güzel ortamda yemeklerimizi yedik. Yemeğin ardından fazla vakit kaybetmeden, aracımızı orada bırakıp, çantalarımızı sırtlayıp sahilden deniz fenerine doğru yorucu ama eşsiz bir yürüyüşe başladık. Yanımıza birer şişe su almıştık ama yürüyüşümüz sırasında bunun gereksiz bir tedbir olduğunu fark ettik. Dağlar bize güzel bir sürpriz hazırlamıştı.







    Sahilin başlarında bizi doğal bir balıkçı barınağı karşıladı. Kayalıklarla çevrili bir girintinin içinde balıkçı tekneleri birbirine sokulmuş kedi yavruları gibi dizilmişti. Zemin bazen kumdu ama sık sık kayalıklarda yürümek zorunda kaldık. Özellikle Arsuz civarı sahiller maalesef bir tür kayaç ile örülü. Doğal kumsalların sayısı çok az. İlerledikçe dağ ve deniz arasındaki mesafe git gide azalıyordu ve sahil ıssızlaşıyordu. Makinelerimizin ekranlarında aldığımız sonuçları gördükçe ne havanın sıcağı ne de yorgunluğmuzu hissetmez olduk. Böylece epey yürüdük, ama fenere yaklaştıkça onu göremez olduk, bir tepenin arkasına saklandı biz yaklaştıkça. Sanki yamacıma kadar gelin öyle göstereyim yüzümü der gibi nazlanıyordu.



























         Bu sırada deniz ile dağın birleşti keskin bir yamacın bağrından geçmemiz gereken geçite geldik. Kayalıklara tutunarak bir şekilde buradan geçtik, özellikle Murat’ın yardımıyla bu zor geçiti atlattıktan sonra, Fatih’in bir tane daha var demesiyle benim yüzüm düştü. Gerçek anlamda dik kayalıklara sarıla sarıla, dalganın gidişini hesaplayarak ve kaymadan denize düşmeden karşıya geçmemiz gereken geçide geldiğimizde ben epey nazlandım. Çünkü bu tarz yerlerden geçerken biraz panik oluyorum, daha önceki acı tecrübelerim yüzünden. Neyse ki Ahmet Hocamın beni gaza getirişi ve Fatih’in ilerideki eşsiz manzarayı ballandıra ballandıra anlatışı sayesinde zar zor geçtim geçiti. Ama Murat’ın ben ecel terleri dökerken bir sigara yakıp keyifle beni seyredişini unutmuş değilim. Bu geçişleri atlatmanın ilk ödülünü dağdan şırıl şırıl akan minik pınarla aldık. Buz gibi pınardan içtiğim sular bir nebze moral oldu ve yürüyüşümüze tüm hızıyla devam ettik. 








 En sonunda fenerin arkasına saklandığı tepeye vardık. Hemen yamacı tırmanmaya başladık. Adeta ilk kareyi almak için yarışıyorduk bir heyecanla. Tepenin iki zirvezinin arasındaki bir boğazdan hızla yol aldık. Ve sonunda vuslat... Manzaraya ilk ulaşan Ahmet Hocanın gözü vizörde, dünya umrunda değil. Belki de günün benim adıma en güzel fotoğrafını çektim, tabi bunda farkında olmadan modellikte fenere eşlik eden Ahmet Hocamın da katkısı büyük.





         Yorgunluğum, sıcak hava, hepsini unutmuştum o an. Serin esen rüzgâr, aşağıda engin deniz, karşımızda akşam ışığını almış demlenen ve içinde bulunduğumuz manzaranın ev sahibi fener… Mest olmuştuk, hepimiz bir köşeye çekildik ve iliklerimize kadar çektik kimbilir ne zaman rastlayacağımız o huzuru. Yürüyüşümüz kazasız belasız, güzel bir gün batımıyla sonuçlandı, hedefimize ulaşmış, bu güzel sahili ve deniz fenerini her açıdan fotoğraflamış ve tam anlamıyla keşfetmiştik. Yaşadığımız güzel anları, çektiğimiz fotoğrafları, yediğimiz balıkları ve içtiğimiz buz gibi pıanr sularını düşünerek dönüş yoluna koyulmuştuk. Murat’ ın dönüşler her zaman kolay olur sözü doğru çıkmıştı, çabucak köye geri döndük. Gün aheste aheste denize dalarken bizler de yorgun bedenlerimizi renonun koltuklarına teslim ettikten sonra köyden ayrıldık. Zifiri karanlıkta dağın eteğinden yavaş yavaş aşağıya, Arsuz’a kıvrıldık.

 





İşte yürüdüğümüz ıssız sahilin bir kısmı. Yengeç ve martı ayak izlerinden başka iz olmayan, şimdilik temiz kalmış bir sahil...

       

Akıncı Feneri, benim için yaşadığımız bu hayatın en anlamlı göğe ve denize bakma durağı.

 
       

 Sahibini bilmediğim, üniversitede defterimin kenarına not aldığım şu güzel şiirle bitireyim yazıyı:

         Uzanmış koca burun açık denize doğru,
         Lacivert ve gri gecenin değerinde.
         Karanlıkta başlar bir dünya sevgisi,
  Deniz feneri parlar,
         Talihe aldırmadan kayalar üzerinde.

         Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik,
         Yüzünde bir fırtına tadı.
         Durursun yorgun, umutsuz,
         Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin,
         Bir şey, belki de yaşamın uzadı.