Zarif Adam
demiş ki; “Sanki dünya, ölünün başucunda açık kalmış bir radyo”. İnsanı
dakikalarca boş bakmaya iten bu çarpıcı söze ne zaman rastlasam aklıma lise
yıllarından beri okuduğum, hayat felsefem haline getirdiğim ve hala okumaya
devam ettiğim o güzel kitap gelir: Puslu Kıtalar Atlası.
İhsan Oktay
Anar’ın 95 yılında bizlere hediye ettiği bu eşsiz romanda Zarifoğlu’nun da
biraz ucundan değindiği gibi rüya ve masal metaforları zihnimizi epey
karıştırır. Romanda bizlerin belki de bir başka ruhun rüyasında olduğumuz ve
gözlerimiz açık iken onun rüyasını yaşadığımız varsayılır. Özellikle şu
paragraf, yazarın bu zihin yoran düşünceyi en derin anlattığı yerdir: “Ne var
ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hâlâ çözebilmiş değilim. Rendakâr
düşünüyor olmasından var olduğu sonucunu çıkarıyor. Ben de düşünüyorum,
dolayısıyla varım, ama kimim? Galata'da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden
Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, söz gelimi
İzmir'de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek?
Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun,
kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından var
olduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Öyleyse,
gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”
İnsan
düşünüyor acaba ben kimin rüyasında yaşıyorum diye. Mesela geçenlerde
izlediğim Sabahattin Ali belgeselinden çok etkilendim. Hiçbir ülke kendi yazarına, aydınına bu şekilde bir zor bir hayat yaşatmamıştır. Gerçekten onun rüyasında
olmak isterdim, ben düş, o ise bir gerçek; hala yaşıyor olsun isterdim. Siyasi
fikirlerine veya yaşamındaki bazı hatalarına katılırız, katılmayız; ama kendisi
gelmiş geçmiş en iyi öykücülerden biri ülkemizde. Malesef dramatik bir şekilde aramızdan ayrılışı ve yaşadığı sürece sergilediği insanlığı ile ailesine
olan tutkusu ile edebiyat dünyasına
damga vurmuş efsane bir yazardı bence.
Hâsılı kelam,
geçen hafta Ahmet Korçak beni arayıp Merdak öncülüğünde Bolkar Dağlarının Medetsiz
Zirvesine tırmanış olduğunu söyleyince hiç tereddütsüz geleceğimi söyledim.
Dağcılık veya bu tarz sportif bir deneyimim yoktu ama ne de olsa yayla
çocuğuyuz bir şekilde çıkarız dedik ve hazırlıklara başladık. Zirve tırmanışları
birilerine adanır, gelenektir. Ben de ölümüne çok üzüldüğüm Sabahattin Ali’nin
bir rüyası olarak bu zirve tırmanışını gerçekleştirmek istedim. En güzel
dizelerini dağlara adamış bu şairin rüyasında gördüğü bir tırmanış olsun
istedim. En azından kendimi bir günlüğüne düş, onu ise hala yaşayan bir gerçek
kılmak istedim.
Cumartesi
sabah Antakya’dan Mustafa Mimaroğlu, İskenderun’dan Ahmet Korçak, Rüstem
Gündüz ve ben Mustafa Kara, dört kişi çıktık yola. Dört amatör yürüyüşçü zorlu bir zirve tırmanışına
katılacaktık, heyecanlıydık ama Merdak gibi deneyimli bir ekiple bunu yapacak
olmak bizi rahatlatıyordu. Daha sonra bize Mehmet Yörükoğlu da katıldı ailesi ile. Kamp alanına vardık, çadırlarımızı kurduk, kaydımızı
yaptırdık, yemeklerimizi yedik ve ekip liderlerinden gerekli bilgileri
edindikten sonra ertesi gün için dinlenmeye geçtik. Bu arada kamp ve tırmanış, yaşayan
efsane dağcı Muzaffer Erol Gez adına düzenleniyor her sene. Onunla da tanışma
fırsatımız oldu. Gerçekten ülkenin dört bir yanından gelen doğa yürüyüşçüleri,
dağcılar ile güzel bir etkinliğin içinde bulduk kendimizi.
"Adına DÜNYA
dediğimiz kitabı oku!” der Puslu Kıtalar Atlası. Evet, bir kitabın
önerebileceği en güzel şey, dünyayı okumak... Şöyle devam eder yazar: “Ey kör!
Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg 'u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör.
Kaf dağına varmasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri,
kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı! Daha
hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün
boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?”
Her fırsatta
çok sevdiğim bu kitapta yazdığı gibi, gündelik hayatın gereklilikleri biter
bitmez arkadaşlarımla birlikte kendimizi dünyaya, yani doğaya atıyoruz. Tırmanış sabahı da, hiç
üşenmeden sabahın birinde uyanıp, kamp yerimiz olan Karboğazı Akarca Mevki gibi
1900mt rakımlı soğuk bir yerde kamyonlara binerek tırmanışın başlayacağı 2200mt
civarı başlangıç noktasına hareket ettik. Bu zahmeti gündelik hayatın telaşına
kapılmış birinin anlayabileceğini hiç zannetmiyorum. Neyse biz kendimizden
bahsedelim. Zımba gibiyiz. Kameralarımız hazır, motivasyonumuz tam, günün ilk
ışıkları ile Bolkarlar’ın tam içinde özgür kuşlar gibi seğirteceğiz ve sonra
zirveden Anadolu’yu izleyeceğiz.
“Göreceksiniz
ya, ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım.” demiş Sabahattin
Ali. Evet ölüm sadece fiziksel bir kayboluş ama düşünce; düş ve masal,
sonsuzluk ihtiva eder. Bugün bu dağda Sabahattin Ali düşüncesi benimle birlikte
zirveye erişecek, onun ölümsüzlüğünü bir düş olarak Bolkarlar’da gezinerek
sağlamış olacağım, olacağız.
“Keçibeli”
denilen mevkiye ulaştığımızda arkamızda gökyüzü kızıla dönmüştü. Tırmanışın ilk
etabını tamamlamanın gururu ile kısa bir mola verdik. Rakım 2500mt
civarındaydı. Hava sertti ama rüzgarsız olduğu için çok üşümüyorduk. Gerçi ara
sıra esen sabah yeli bile bizi titretmeye yetiyordu. Ufak tefek atıştırmalık şeyle yiyip ve
içecek ihtiyacını da giderdikten sonra, Boklarlar’ın tepelerine düşen kızıl
manzarayı izleyerek yürüyüşümüze devam ettik. Heidi çizgi filmindeki uçsuz
bucaksız çayırları, vadileri düşünün. İşte öyle bir mekanda ve sabahın tanında, uzaktan
sadece kafa fenerlerinin ışığı seçilen; tek sıra halinde kımıl kımıl tırmanan
bir kırkayak gibiydi ekip. Tarifi zor bir manzara, keşke o anı durdurup ve arkasına yaslanıp çizseydi bizleri bir ressam.
“Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asîl şey küçülür burda.”
Sabahattin
Ali’nin bu dizelerinde değindi yer Anadolu’nun bu yüce dağ kütleleridir. Zirveye
yaklaştıkça bu büyük kütlenin içinde kendinizi bit gibi ufak hissediyorsunuz. Gerçekten mesafe kavramınız değişiyor, bulutların şekli. Elinizle dokunacakmış gibi
hissettiğiniz bir tepeye ulaşmanız saatleri alıyor, az sonra çıkacakmışsınız
gibi olan vadi sanki şehirlerarası bir uzun yol. Benim gibi amatör olan ve
dağcılığa pek alışık olamayan bir fotoğrafçı için anlatılması zor duygular
yaşıyorum. Sık sık durup fotoğraf alıyorum. Sadece bir mecaz olarak sunduğum
bir düşün içinde yer almak fikri gerçekmiş gibi hissetmeye başlıyorum, şehir
hayatına benzemeyen bu renkler ve derinlikler karşısında.
Yüz küsür dağcı
disiplin içerisinde gün ağarırken bir yılan gibi kıvrılarak en son etap olan
Külah Mevkisine ulaşıyor. Evet gece 1 de uyandığımız ve yürüyüşe 3 gibi
başladığımız macerada saat 7 oldu. Buzullaşmış kar kütleleri de geçtik, birbirinden
güzel dağ çiçeklerini de izledik. Yorulduk ama şimdi en önemli tırmanış
noktasına ulaştık. Yemek molası veriyoruz ve kaybettiğimiz enerjiyi, suyu
gideriyoruz. Bazı arkadaşlarımız bu çok dik ve gözü korkutan son çıkışı devam
etmekten vaz geçiyor, onlar bizim dönüşümüzü bekleyecekler. Benim de gözüm pek
kesmiyor yukarı çıkmayı, ama kendim için değil, Sabahattin Ali’nin adına o
zirveyi görmem lazım. Böyle düşününce ayaklarıma katır kuvveti geliyor.
Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, O'na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar kanatlarını,
Ve anlatır mâbutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.
Dedim ya
şairimiz dağlar ve rüzgar adına en güzel dizelerini yazmıştır. Kuzey yamaçlardan gelen buz gibi dağ rüzgarları
ile terimiz soğurken kendisini anıyorum. Dağların en önemli sırdaşı bence bu rüzgarlar olmalı. Tüm tırmanışı montumu çıkarmadan bitirdim, en ufak rüzgar
kıpırtısı bile bu yüce dağ başında bizi üşütüyordu çünkü. Rakım 3000 metrelere
ulaşmıştı ve zirveye son 500
metre irtifadaydık. Zorlu dik bir çıkış, midesi bulanan
da oldu, dizleri boşalan da; ama ekip olarak disiplini bozmadan, güzel bir
tempoyla, rehberlerimizin büyük özverisi ile zirveye iyice yaklaştık.
Son yüz metre
bende bir kaçma duygusu oluştu. Limitlerimi o kadar çok zorlamıştım ki, iki
gündür neredeyse uyumadım ve üstüne saatlerdir yüksek irtifada tırmanıyorum.
Üstelik hala zirve direğini bile göremedim. Adına uygun bir zirveymiş gerçekten,
hiç medet yok, en ufak bir göz bile kırpmıyor size. Umutsuzluğa kapılıyorsunuz.
Son metrelere kadar sertliğini bozmuyor “Medetsiz”.
"Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir." diyen üstadımın hatırına, ona adadığım bu zirveyi görmeden geri dönmeyeceğim diyerek, hatta etrafımdakilere pek çaktırmadan, gözlerim yaşararak da olsa son 100 metreyi bitiriyorum. Zirve direği ve kutusunu gördüğümde tarifsiz bir heyecana kapılıyorum. Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar çok istememiştim sanki; bu ben değilim, zirveye tırmanan içimdeki Sabahattin Ali’ydi sanki…
Medetsiz
Zirve, Bolkar Dağları’nın 3524
metre yüksekliğiyle en yüksek zirvesidir. Bazı dağcılara
göre yüksekliği 3548 metredir. Medetsiz zirvesi Bolkar Dağları’nın en yüksek,
Toros Dağları’nın ise Demirkazık’tan sonraki en yüksek ikinci zirvesidir. Türkiye’nin
ise en yüksek 13. Zirvesidir. Ayrıca Medetsiz halk arasında "At Uçuran Tepesi" olarak da bilinmektedir. 3 farklı rotadan çıkılabilmektedir. Biz klasik güney
rotasından yani Karboğazı tarafından Keçibeli sırtından zirve külahına ulaştık.
Çok yorucu, ciddi efor isteyen bu rota diğerlerine göre daha güvenli. Çıkışı
kadar inişi de oldukça zahmetli olan bu güzel tırmanış ilk kez zirve yapan
benim gibi amatörler için cesaret verici bir başlangıç oluyor.
Görevi yerine
getirmenin huzuru mu desem, zirvenin bize bahşettiği uçsuz bir manzaranın tam
üstünde uzanmış dinlenmenin keyfi mi desem, biraz sessizleştim. Cebimde
getirdiğim zirve notunu uç noktaya bıraktım. Arkadaşlarım Ahmet Korçak ve
Mustafa Mimaroğlu ile 3524
metre rakımda zaferin keyfini sürdüm bir süre. Herkesin
yüzünde gurur ve sevinç ifadesi vardı. Türk bayrakları ve kulüp flamaları ile Bolkarlar’ın
zirvesinde 114 kişi. Duygular karışıktı, hem yorgunluk, hem yüksek irtifanın getirdiği baş dönmesi hem de başarmanın sevinci. Kendisi olsa her zamanki üslubuyla; "İçimde biriken hislerin birdenbire patlayarak beni zerreler halinde dağıtacağından korkuyorum." derdi sanırım. Üstadı böyle bir dağ tırmanışı ile anmak lazımdı elbette; ne
de olsa onun meskeni dağlardı!..
Başım dağ saçlarım kardır,
Deli rügarlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.
Bir gün kadrim bilinirse,
İsmim ağza alınırsa,
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim dağlardır.
Sabahattin Ali(1907-1948)
Mustafa Kara
Haziran'2016
Eline emeğine sağlık. Keyifle okudum.
YanıtlaSilSeninle medetsiz değil hangi tırmanışa istersen gelirim
Eyvallah yol arkadaşım, zirvedaşım:)
Silyüreğine sağlık,gercekten çok güzel dile getirmişsin okurken kendimi hala oralardaymış gibi hissettim teşekkürler..
YanıtlaSilTeşekkürler, selamlar.
SilMustafam eline yüreğine sağlık... sanki seninle oralara gitmiş tadında okuduk...
YanıtlaSilYahya hocam selamlar, birlikte de çıkmak dileğiyle.
SilSayın Kara, oğlum C.Çetin Yıldırım'ın tavsiyesi üzerine bloğunuza girdim. Fotoğraflar kadar güzel anlatımlı yazınızı da okudum.Ordu'da 2630 m. yükseklikteki Göndeliç tepesine tırmanırken hemen hemen aynı duyguları yaşamıştım. Ustanıza ve siz dağcılığa gönül vermiş gençlere başarılar diliyorum.Ayrıca ülkemizin güzelliklerini tanıttığınız için teşekkür ediyorum.
YanıtlaSilTeşekkür ederim Gürsel Bey. Çetin ağabeye selamlar.
SilBir keresinde kalabalık bir ekibe dahil olarak ben de medetsiz zirve denemesinde bulunmuştum. Gerçekten büyük azim, irade işiymiş dağcılık. Kısa görünen mesafeler pek de kolay katedilemezken bir süre sonra gerek yola geç koyulmamız ama daha çok beni basan ümitsizlik tırmanışı yarıda kesip dönmeme sebep oldu. Sizleri takdir ettim yazıyı okurken.
YanıtlaSilTeşekkürler müdürüm. Seneye belki beraber çıkarız, kim bilir.
SilSelamlar Kara'm
YanıtlaSilSoluksuz okuduğum bu güzel paylaşımından büyük zevk aldım.
Hayaller kurdum; rüzgarda üşüdüm, güneşte karardım..
Hiç yapmak istemediğim bir işi yapmaya karar verdim 'Tırmanış'
Senden haber bekliyorum birlikte zirvelere gidelim dostum.
Ben zirvelerimi yol arkadaşıma adayacağım çünkü yol arkadaşım özgürlüğe hasret yaşıyor ve 'özgürlüğü en çok zirvelerde hisseder insan' diye düşünüyorum.
Kim bilir belki bir gün onunla da zirvelere tırmanırız.